PORTAL C

SİZDEN GELENLER ARŞİVİ

Bu site bir destanın ürünü ve bir halkın öyküsüdür... Hoş geldiniz...                                                                                                                          Hak yemedik hak dağıttık ; zulme karşı saç ağarttık...

 
YAZAN: Ç
TARİH: 31/10/2010
TÜR: ÖYKÜ


3.

“Firuze bir şey söylüyor bu kadın, Rusça mı, anlayabildin mi?” diye sordu.
Firuze bu kelimeyi “emanet” diye çevirdi dilimize.
“Ne olmuş çocuğa, sorsana! Görünürde bir şey yok!”
Firuze doktorun söylediklerini Rusçaya çevirdi. Burada hep birlikte acile girmiştik. Doktor Burak çocuğu baldırlarından ve boynundan sıkıca kavramış, araştıran gözlerle onu sedyeye yatırıyordu.
Firuze’nin sorusu kadını daha da coşturdu. Hıçkırıklarının arasında artık “emanet” anlamına geldiğini bildiğimiz o kelimeyi tekrarlıyordu.
“Doktor bey, kadın emanet diyor da, başka bir şey demiyor. Galiba bu kızı buna emanet etmişler.”
Doktor, çocuğun uzun sarı saçlarını aralamış, parmak uçlarıyla kafasını yoklarken, gözleriyle de çarpma veya darp izi arıyordu. Bir şeye rastlayamayınca, küçük bir fanusun içinde, daha önce hiç görmediği bir balığa bakar gibi, otoskopla uzun süre gözbebeklerine baktı.
“Yahu şikâyetleri neymiş onu sorsana, kaç yaşındaymış bu çocuk?”
Firuze bütün bedeniyle ağır ağır kadına döndü. Bu defa daha uzun ve daha yüksek sesle konuştu. Kadın da ona bir şeyler söyledi.
“Anya ailenin tek çocuğuymuş, bu kadın anneannesi oluyormuş, birlikte tatile gelmişler, 21 aylıkmış çocuk.”
Doktor Burak içini çekti. Hem öfkeli hem de çaresiz bütün insanlar gibi, içini çekerken kollarını omuzlarından iki yanına bırakıp, kafasını belirsiz bir yöne çevirdi. Gözlerini hafifçe kapayıp derin bir nefes aldıktan sonra birden Firuze’ye döndü.
“Firuze beni anlamıyorsun galiba, bu çocuğa ne olmuş, niçin gelmişler buraya ben bunu öğrenmek istiyorum.” Sakin, anlaşılır bir şekilde söylemişti bunları. Sözlerinin sonunu bağırarak, sitemle getireceği için sakin ve anlaşılırdı. Nitekim bağırdı:
“Yoksa nasıl müdahale edeceğim yav!”
Firuze sorumluluğunun bilinceydi. Galiba tercümanlığının en zor anlarından birini yaşıyordu. Gene kadına döndü. Esmer, kalın dudakları bir makinenin önemli bir parçası gibi ağır ama seri işliyordu.
Yaşlı kadın tercümanımızı sonuna kadar dinlemişti. Sözlerini bitirince çabuk çabuk birkaç cümle söyledi. Sonra gene ağlamaya başladı.
“Neymiş?”
“Doktor bey, siz bağırınca korkmuş, torununun da korkacağını, bağırmamanızı, annesiyle babasının çocuğu kendine emanet ettiklerini söylüyor.”
“Çabuk çıkarın şu kadını buradan, çabuk! Ben işimi kendim hallederim.”
Firuze kadını dışarı çıkarmak için yavaşça eğildi. Koluna girip, ayağa kaldıracaktı onu. Firuze daha dokunmamıştı ki, kadın, ne oluyor, dercesine Firuze’ye baktı. Doktorun kendisine sinirlendiğini, bu yüzden dışarı çıkmasını istediğini anlamış olacak ki, gene ağlamaya başladı. Firuze’ye bir şeyler söyledi. Bu arada Doktor Burak Bey öfkeli bakışlarını Nuran Hemşire’ye dikmişti.
“Hani hastanın derecesi hemşir’anım? Lütfedip bir derece koyarsanız ateşine bakacağım.” (Çocuk hastalara mutlaka derece koyun, bir doktor “hani bu hastanın derecesi” diye sorarsa, cevap veremezsiniz)
Nuran hemşire çabucak bir derece koydu çocuğun koltuğunun altına, bu sırada çocuk kikir kikir güldü. Pembe diş eti, sırası üzerine dizilmiş büyük, beyaz dişleri yumurcağın sağlıklı olduğunu gösteriyordu.
“Firuze bırak anneanneyi, gel buraya, sor bakalım kaç yaşındaymış bu çocuk, kendisine sor kendisine, o alık kadından daha akıllı sanki bu”
Firuze şaşkın şaşkın doktora baktı. Şaşkınlığın iki nedeni vardı, birincisi Doktor Burak “alık” diyerek kadına hakaret etmiş, suç işlemişti. Türkçe bilmediği için elbette anlayamamıştı kadın bunu ve tepki verememişti. Ne var ki bu tepkisizliğinin asıl nedeni Firuze idi, madem tercümandı, kadına hitaben söylenen her şeyi onun diline çevirmek durumundaydı, çevirmezse doktorun işlediği suça ortak olmuş oluyordu, bu etik olmazdı, Firuze bunu biliyor ve kararsızlık, şaşkınlık yaşıyordu. Şaşkınlığının ikinci nedeni de doktorun olanı biteni çocuktan öğrenmek istemesiydi. Şuncacık çocuk ne anlatabilirdi ki onlara?
Doktor Burak, Firuze’nin şaşkınlığının ikinci nedenini anladı.
“Sor hadi cevap verecektir sana”
Doktorla tercümanın arasındaki konuşma yaşlı kadını kuşkulandırmıştı. Gene ağlamaya başladı. Firuze çocuğun yüzüne eğildi, ne olduğunu sordu. Bekledikleri cevap sonunda yine anneanneden geldi.
Kadın gözyaşları arasında konuşmasını bitirince, Firuze gene bütün vücuduyla ve gene yavaş yavaş doktora döndü. Az önce kadına “alık” dediği için değil de, kendisi bunu kadına çeviremediği için sanki biraz tavırlıydı Burak Bey’e karşı Firuze.
“Doktor bey, kaldıkları otelin bahçesinde, havuzun kenarında dolaşırken ayağı kaymış ve havuza düşmüş. Fakat düşmesiyle oradan geçen birinin çocuğu çıkarması bir olmuş.”
Doktor Burak gene sinirlendi. Fakat bu defaki sinirlenişi, geçmiş sinirlenmelerinin toplamını, şu anki iyi durumdan çıkarınca geriye kalan miktar/şiddetteydi; bu da en fazla, ben son satır başından, noktalı virgüle kadar olan yeri yazana kadar sürdü.
“Hele şükür” dedi.
“Sor bakalım, düşerken kafasını bir yere çarpmış mı?”
Firuze bunu sorarken, doktor da Anya’nın kafasını yumuşak hareketlerle sağa sola çeviriyor, parmak uçlarıyla şakaklarına dokunuyordu.
“Hayır, doktor bey, hiçbir yere çarpmamış kafasını.”
Doktor gene sinirlendi. Şimdiki ise, son sinirlenmesini, bu daha da iyi durumdan çıkarınca geriye kalan miktar/şiddetteydi ve ben miktarla şiddet kelimeleri arasına taksim işareti koyana kadar sürdü.
“Ne diye uğraştırmış bizi, şunu baştan söyleseydi ya”
Gülümsedi. Çocuğun kolunun altından dereceyi çıkardı. Ateşine baktı, Anya’nın ateşi 35,5 dereceydi. Yaşlı kadın gözlerini açmış, bir doktorun elindeki dereceye, bir gözlerine bakıyordu. Burak Bey elinde derece kadından yana döndü, bir süre baktı, kafa salladı.
“Söyle Firuze, çocuğun ateşi normal, korkmasın.”
Firuze Burak Bey’in son sözlerini çevirip, tane tane kadına aktarırken, Burak Bey,
“Kendinin bir rahatsızlığı var mıymış, onu da sor. Tansiyondu, şekerdi, sor… Bu kadar ağlamaya bütün ibreleri oynamıştır ihtiyarın, başımıza iş çıkarmasın sonra.”
Nuran hemşire’ye döndü.
“Her ihtimale karşı birkaç saat müşahedede kalsınlar hemşir’anım.”
“Peki hocam. Çocuğa herhangi bir şey yapılacak mı?”
“Gerek yok, yalnız yirmi dakika sonra tekrar derece koyun. Ateşine bakıp, bana bilgi verin.”
“Anladım hocam.”
Doktor bir süre daha hemşireye baktı.
“Benim yaptıklarımı pratisyen hekim şöyle dursun, siz veya bir sağlık memuru, hatta sıradan bir vatandaş bile yapardı. Ama uzman hekim gene de olsun değil mi hemşir’anım.”
Hepimiz güldük. Nuran hemşire, anlaşılır anlaşılmaz “haklısınız” dedi.
“Doktor bey, anneannesinin söylediğine göre Anya’yı havuzdan çıkardıklarında çok ağlamış, anneannesine tekme atmış, buraya da gelmek istememiş. Onun ağlaması beni de korkuttu, diyor. Annesi hamileymiş, kendini iyi hissetmiyormuş, gelememişler. Annesinin burada olmaması da korkutmuş kadını. Ama şimdi kendini daha iyi hissediyormuş.”
Firuze böyle söyledi ama yaşlı kadının hala bir kuşku içerisinde olduğu belliydi. Firuze anlatırken bir ara ayağa kalkmış, torununun başucuna gelmiş, saçlarını okşamış, sonra da ağlayarak yerine dönmüştü.
“Bak, söyleyeceklerimi aynen çevir ona: İki yaş sendromu diye bir şey vardır. Anne baba ve çevresindekiler artık çocuğun bebeklikten çıktığını, büyüdüğünü, dolayısıyla söz dinleme zamanının geldiğini düşünürler, fakat bu düşünce yanlıştır…”
Firuze doktorun söylediklerini çevirdi.
Doktor, sedyede yatan ve kendisini dinleyen sevimli Anya’yı parmağıyla göstererek,
“Bu yaş dönemi, anne-babaların çocuklarını büyütürken en çok zorlandıkları, yoruldukları dönemdir…”
Doktor sustu, Firuze başladı konuşmaya; sonra o sustu, doktor başladı:
“Bu dönemde yemek yemede direnme, uyumak istememe, anneye, babaya, arkadaşa vurma, denilenin tam tersini yapma gibi olumsuz davranışlar sergiler çocuk…”

“Anne- baba, çocuğunun büyüdükçe söz dinleyeceğini sanırken, tam tersi durumla karşılaşınca şaşırır, oysa 12-36 aylar arası çocuğun özerklik dönemidir, çocuk bu dönemde bağımsız olmak, kendisini ortaya koymak, ilgi çekmek ister. Her şeyin kendisinin olmasını ister, örneğin istediği kıyafeti giymek ister.”
Firuze bu uzun cümleyi çevirmeye başladı. Doktor onu beklerken sıkılıyordu, yorulmuştu. Söz sırası kendisine geldi.
“Büyük olasılıkla bu yumurcak, kurtarılacağını içgüdüsel olarak sezip, kendini havuza attı. Ta başından beri annesine duyduğu ihtiyaç da göz ardı edilmemeli, anne ihtiyacı o anda son haddine ulaşmıştı. Çıkarılınca da sanki havuza kaza ile düşmüş ve çok korkmuş gibi panik yaptı, hırçınlaştı, anneannesini tekmeledi. Durumun özeti budur, sonuç olarak ortada korkulacak bir şey yok.”
Doktor, söylediklerini, Firuzenin kelime kelime olmasa da anlam bütünlüğünü bozmadan çevirdiğine güveniyor, konuşmasının boşa gitmediğini biliyordu. Bu yüzden içi rahattı. Yaşlı kadın da söylenenleri ilgiyle dinlemişti. İlk dakikalara kıyasla şimdi daha sakin görünüyordu, fakat bütünüyle sakinleşmiş, rahatlamış da sayılmazdı. Gözü torunundaydı ve ara sıra ağlamaklı oluyordu.
“Firuze söyle, biz yine de her ihtimale karşı birkaç saat gözlem altında tutacağız çocuğu!” dedi ve dışarı çıktı Doktor Burak.
Firuze bunu çevirir çevirmez, kadının yüzünde gene korku, telaş belirdi. Torununa atılıp, onu kucağına almak istedi. Birden ağlamaya başladı. Firuze’nin teskin etmek için söylediği sözler kar etmiyordu, sanki her şey yeniden başlamıştı.
Anneanne ile torunu bir kat yukarı güçlükle çıkarıp, odalarına geçirdik. Kadının bir ara ağlamayı bırakmasını fırsat bilip, hasta girişini yapmak üzere bir takım bilgiler aldık.
Çocuğun ismi, Anya Kandinsky’di. Diamont Beac’te kalıyorlardı. Çocuğun isminin altına anneannenin ismini de [Alexandra Mediyev] yazdık. Firuze Rusya’daki adreslerini vermek isteyip istemediklerini sordu. Yaşlı Alexandra, Novosibirsky/Rusya şeklinde verdi oradaki adreslerini. Bunu da hasta kayıt defterine “diamont beac otel” in altına, parantez içinde yazdım. Bu sırada Firuze, “Alexander Nevsi katedrali” dedi gülümseyerek kadına, [Bu bana tercümanımızın Novosibirsky’e gitmiş olabileceğini düşündürdü.] ama kadın gülümsemedi, evet anlamında başını salladı, ardından yaşlı gözlerini gene torununa çevirdi.
Saat beşe geliyordu. Hava hala sıcaktı. Kayıt işlemini bitirdikten sonra aşağı, röntgene indim, üzerimizi orada değiştiriyorduk. Formamı çıkarıp, tişörtümle pantolonumu giydikten sonra bir bardak çay aldım, dışarı çıktım. Ortalıkta kimseler görünmüyordu, Alexandra ve torunu hepimizi yormuştu. Öğleyin oturduğum hasır sandalyeye şimdi güneş vuruyordu. Onu erik ağacının gölgesine çektim ve oturup çayımı içmeye başladım. Neredeyse bir saat oturmuştum orada ve bu süre içerisinde gelip geçen olmamıştı.
Sessizliğin ve yalnızlığın fena şeyler olmadığını düşünerek kalktım. Lojmana gitmeden önce son kez Alexandra ve torununa bakmak istiyordum. Anya’ya içimden “Anyuşka” diyordum, Rusya’da çocukların isimlerinin sonuna böyle bir ulama yapıldığını Rus romanlarından öğrenmiştim. Yukarı çıktım. Firuze Hasta kabulde bir başına oturuyordu, iyi görünmüyordu. “Onlara bakacağımı” söyledim. Tamam, anlamında başını salladı, yerinden kıpırdamadı bile. Kapıyı tıklatıp içeri girdim. Anyuşka, başı yumuşacık bir örgü yumağı gibi anneannesinin dizinde, gözleri kapalı, yatıyordu. Alexandra onu son gördüğümdeki gibiydi, yanağından aşağı doğru iri, berrak yaşlar süzülüyordu. Alnındaki ve gözlerinin kenarındaki kırışıklıklar, hafif sarkık yanakları, ağzının sımsıkı kapalı görüntüsü ve şu an büründüğü sessizlik onun bu günkü çırpınışında içten olduğunu düşündürdü bana. Baktı, gözleri mavi, küçük ve yuvarlaktı. Bakışları o kadar yorgun ve o kadar derindi ki, Alexandra’nın bir daha Novosibirsky’e dönemeyeceğini anladım, sırtımdan bir ürperti geçti. (Yanılmıyordum. İşi bırakıp, Manavgat’tan ayrıldıktan tam sekiz gün sonra, hal hatır sormak için Almanca tercümanı arkadaşımı arayacak, ondan, Alexandra’nın oteldeki odasında ölü bulunduğunu, [o gün öğle üzeri Rusya’ya döneceklermiş]ölümünün nedeninin sabaha karşı geçirdiği kalp krizi olduğunu, ailesine haber verildiğini, onlar gelene kadar kızın Manavgat Kaymakamı’nın evinde kaldığını öğrenecektim)
İçeri doğru bir iki adım attım. Kimi kahvehanelerde ve lokallerde olduğu gibi duvara monte edilmiş televizyonda, yabancı bir dilde yayın yapan bir kanal açıktı, sanırım Türkiye’den erişilebilen Rus kanallarından birisiydi bu. Anyuşka’ya baktım, uyuyordu. Başucuna kadar geldim. Alexandra’nın korktuğu, hatta hıçkıra hıçkıra ağlamaya hazır olduğu her halinden belliydi. Amacım kızın alnına dokunmak, ateşinin olup olmadığını anlamaktı. Fakat buna cesaret edemiyordum. Allahım, bir lisan, bir insan diyen her kim ise ne kadar haklıydı. “Do you speak english” desem ne fark edecekti, bana “yes” dese bile konuşmayı sürdürecek İngilizce bilgisine sahip değildim. Yapacak bir şeyim yoktu. Düşünürken, ortaokul İngilizce kitaplarındaki Brown’lar geldi aklıma; Mr. Brown bütün gün evdeydi; sakin, huzurlu bir yaşamları vardı Brown’ların.
İşaret ve orta parmağımı birleştirip, dışıyla Anyuşka’nın alnına dokundum. Ateşi yoktu. Ama bu dokunuş Alexandra’yı harekete geçirmeye yetmişti. Torununun başını yavaşça tutup, yastığa koydu. Sessiz ağlayışı bir anda hıçkırığa dönüşmüştü. Her şeyden habersiz mışıl mışıl uyuyan Anyuşka’yı gösteriyor, kendi dilinde bir şeyler söylüyordu. [Sanırım bunlar “bir şey mi oldu” “durumu kötüleşiyor mu” anlamına gelen sorulardı] Firuze’ye baktım, gitmişti. Tekrar odaya döndüğümde, yaşlı kadın torununun yüzüne eğilmiş, ağlıyordu. Bir süre daha ağladı, sonra “yardım et” diyen bakışlarla bana baktı.
Ellerimi aynı anda, sırf kollarım yorulduğu ve onları koyup/dayayıp dinlendirecek bir yer bulamadığım için kot pantolonumun arka cebine soktum. Sağ cebimde yüzeyinin naylon olduğunu hemen hissettiğim bir şey vardı, çıkardım. Bundan aşağı yukarı iki yıl önce, Sümela manastırında, rahip Santoro’nun verdiği İsa’lı Meryem ana tasviriydi bu. O gün, manastırdan ilçeye, Maçka’ya inince, ayaküstü bu işi yapanlardan birine presletmiştim tasviri. Onu Alexandra’ya gösterdim. Birkaç saniye hiçbir şey söylemeden tasvire baktı, haç çıkardı. Bir Müslüman için besmele ne ise, Hıristiyan için de haç çıkarmak aynı şeydi, bunu biliyordum. Alexandra yavaşça ayağa kalktı. Yanaklarını kuruladı, gülümsedi. Yüzünün, buhara uzatılmış bir ekmek somununun içi gibi birden yumuşadığını hissettim. Bakışları coşkuluydu. Bir şeyler söyledi. Gözlerimin içine baktı. Ağlamıyor, ayakta, dimdik, genç ve sağlıklı insanlar gibi düzenli nefes alıp veriyordu. Anya’ya baktı, gene bir şeyler söyledi. Televizyona baktı. Bakar bakmaz, nefes alış verişindeki düzen bozuldu, gözlerindeki mavi alev yumuşadı, haç çıkardı, tasviri elimden aldı. Dönüp, televizyona baktım, ekranın sağ köşesinde rahip Santoro’nun dini kıyafetiyle çekilmiş bir fotoğrafı vardı; büyük, siyah camlı gözlüğü gözündeydi. Ekranda, daha büyük bir karede, rahibin video görüntüleri yer alıyordu; rahip cübbesinin içinde ağaçlık bir tepeden iniyor, ara sıra kameraya bakıp bir şeyler söylüyordu. Ne alttaki yazılardan ne de ekran arkasındaki korkulu, telaşlı konuşmalardan bir şey anlamadım. Alexandra’ya döndüm. Tasvir elindeydi. Yanaklarından aşağı gene yaşlar akıyordu, gözlerini hafifçe kapayıp bir şeyler mırıldanmaya başladı. Önce elinde tuttuğu tasviri, sonra da televizyonu işaret ettim. “Bunu bana onun verdiğini anlatmak istiyordum.” Kadın oralı olmadı, sessizce ağlamaya ve mırıldanmaya devam etti. Onu, orada, öylece bırakıp çıkmadan önce Anyuşka’ ya baktım, uyuyordu. Güneş ışığı, zeytin ağacının dalları arasından sihirli bir sopa gibi uzanmış, saçlarına dokunuyordu.
[Alexandra’nın Tasviri görür görmez içine huzur dolduğunu, o an her şeyin iyi olacağına dair inancının arttığını, bana sarılmak istediğini, fakat o anda televizyonda rahip Santoro’nun öldürüldüğü haberini duyunca bunu unuttuğunu, (tasvir elinde, gözlerini hafifçe kapayıp mırıldandığı sırada) rahibin katili için tanrıdan af dilediğini, ertesi gün öğleden sonra, polikliniğe varınca Firuze’den öğrendim.]
Poliklinikten çıktım. Lojmana gidip yatmayı düşünüyordum. Tepemde bir sivrisinek kümesiyle birlikte, asfalt yoldan lojmana doğru yürüdüm. Yaşlı kadının ayakta, ağlayarak, dua okur gibi mırıldanışı gözlerimin önünden gitmiyordu. O öyle mırıldanırken, göz kapağında, yüzeyde, ince, mavi bir damar gördüğümü hatırladım, nabzı sanki o damarda atıyordu kadının. Lojmanımızın bulunduğu siteye giden toprak yolun başındaki çınar ağacının hizasına gelince, Manavgat’a geldiğimden beri sık sık yaptığım gibi yoldan ayrılıp, çınar ağacının altına yürüdüm. Ağacın altı serindi, sessizlik her zamanki gibi kuşatmıştı ağacı.
Oturdum ve
Anneanne Alexandra’nın, torunu Anyuşka’nın, benim, neredeyse iki yıl önce Sümela Manastırı’nda bana verilen tasvirin ve tasviri veren kişinin, nasıl olup da burada, Manavgat’ta, bir özel polikliniğin hasta odasında buluştuğunu, bunun sıradan bir rastlantı olup olmadığını, insanlar arasında diller ve dinler üstü bir bağ olduğunu, [belkide olmadığını, bana öyle geldiğini] bütün ilahi dinlerin insanlara birbirlerini sevmesini öğütlediğini, benim az önce, hasta odasındaki davranışımın buna örnek teşkil edip etmediğini, başka bir açıdan bakılırsa, tasvirin cebimde olmasının bir tesadüf, benim onu çıkarıp, Hıristiyan olduğunu bildiğim, çaresiz birine göstermemin de basit bir pratik zekâ gösterisi olarak da görülebileceğini, Allah katında bu davranışımın bir değeri olup olmadığını, Allahın cömert olduğunu, bu samimi davranışıma karşılık, sevap haneme, en kötü ihtimalle bir yarım artı koyduğunu, Allahın kullarını çok sevdiğini, [Allahın sevmediği kullarının da olabileceğini, Allah kullarını çok sever diyenlerin birçoğunun, Allahın üzerlerindeki sevgisinden zaman zaman şüpheye düşen insanlar olduğunu] kendimin de Allahın biri kulu olduğunu, kul, insan ve vatandaş arasındaki farkları, ateistlerin doğadaki düzeni gördüklerini, fakat doğadaki düzeni ruhlarında hissetmeye çalışmak yerine, bunu, kendilerinin de zaman zaman kuşkuyla karşıladıkları birtakım bilimsel sonuçlarla açıklamaya çalıştıklarını, ateist oldukları için kendilerini her an, uykularında bile suçlu hissettiklerini, John Fante’nin “ateist olduğum için beni bağışla tanrım” diye yakarışını, ateistlerin hislerinin kör olduğunu, onların, ömürleri boyuca, ummadığı bir anda, belirsiz bir yönden kafasına bir yumruk bekleyen bir adam gibi yaşadıklarını, Allaha inandığım için kendimi iyi ve mutlu hissettiğimi, ayrıca insanların mutluluğu birbirlerine yardım ederek de yakalayabileceğini,[belki bunun yanlış olduğunu, birisine yardım etmekle insanın mutlu olamayacağını] okuduğum bir Rus klasiğinde, tanrının varlığı/yokluğu sorununun tartışıldığı bir meyhanede, ayakta duramayacak kadar sarhoş bir yüzbaşının, “tanrı yoksa beni kim yüzbaşı yaptı” diye haykırışını, sevginin bir din olduğunu, [sevginin bir din olamayacağını]insanların birbirlerini sevmesi gerektiğini,[kimsenin birbirini sevmeye mecbur olmadığını, doğada böyle bir yasanın bulunmadığını] ilerde bir yazar olmak istediğimi, ruhumda zayıf noktaların bulunduğunu, bu zayıf noktaların yazar olmama engel olabileceğini,[belki de yazarlığımı güçlendireceğini] belki hiçbir zaman yazar olamayacağımı,[geri kalan ömrümü sadece kitap okuyarak geçirip geçiremeyeceğimi]birine âşık olursam, bu durumda okuduğum bir kitabı anlamakta güçlük çekeceğimi,[âşık olmanın, okuduğum kitabı anlayıp anlamamaktan daha önemli olduğunu]Luis Aragon’un “mutlu aşk yoktur dünyada” diye bir dizesinin olduğunu, insanların bazılarının aptal, bazılarının zeki olduğunu, benimse ne aptal, ne zeki, sadece efendi olduğumu, aslında bunun kötü bir şey olmadığını, sadece zaman zaman sıkıcı olduğunu, iyi bir cümle yazdığımda mutlu olduğumu, daha iyi bir cümle yazdığımda daha mutlu olduğumu, allahın bana yardım ettiğini, allahın beni sevdiğini, fakat iyi bir roman cümlesinin nasıl olması gerektiği konusunda zaman zaman yardımını esirgediğini, aslında bunun da bir yardım şekli olduğunu, Alexandra’nın şu anda ne yaptığını, Alexandra’nın bütün yaşlılar gibi huysuz birisi olduğunu, Alexandra’nın Rusya’yı sevip sevmediğini, beni kimlerin sevdiğini, kimlerin sevmediğini, aşrı milliyetçilerden iyi âşık olabileceğini, ölümü, öldükten sonra nereye gideceğimi, öbür dünyaya gidişin bir yolculuk şeklinde mi, yoksa ışınlanma şeklinde mi olacağını, hazreti İbrahim’i sevdiğimi, hazreti İbrahim’in, mağarada, Allah inancını kendi kendine bulduğunu, İbrahim’e yalnızlığın yaradığını, hazreti İbrahim’i bir peygamber olarak tanımanın ötesinde, onu sevmeden asla iyi bir dindar olunamayacağını, iyi bir dindar olmanın neden gerekli olduğunu, ilahi gücün, Afrika kıtasındaki açlık konusunda birleşmiş milletlerden daha yapıcı, daha aktif rol oynaması gerektiğini, Allahın şu an beni gördüğünü, havanın düne göre daha sıcak olduğunu, [havanın dünden biraz daha serin olduğunu] şimdi buradan kalkıp denize gitmeyi, hayatında hiç deniz görmemiş bir insanın, ölmeden içtiği son suyu biraz tuzlu sanacağı söylentisinin ne kadar doğru olduğunu, denizi görmemin çok iyi olduğunu, İstanbul’u da görsem, bunun da çok iyi olacağını, Allahın şu an beni gördüğünü bir kez daha, ummadığı bir anda, belirsiz bir yönden kafasına yumruk bekleyen adamı bir kez daha, Anyuşka’nın uyanıp uyanmadığını ilk defa, Aragon’un “mutlu aşk yoktur dünyada” dizesini bir kez daha fakat ilkinden daha belirsiz şekilde düşündüm.
Bu arada ne zaman çınar ağacının altından çıkmış, ne zaman bira almış, tekrar ağacın altına ne zaman dönmüştüm, bilmiyorum. Saat gece yarısına yaklaşmıştı. Belirli bir saati geçtikten sonra uyuyamayacağına inanan, bu yüzden de uyuyamayan bütün insanlar gibi saatimin geçtiğini düşündüm ve uyumayı aklımdan çıkardım. Kendimi burada, çınar ağacının altında geçecek kısa, fakat sıcak bir geceye hazırlamalıydım; bir bira daha açıp, düşünmeyi sürdürdüm.

                                                                                                      Yazan: Ç.