PORTAL C

SİZDEN GELENLER ARŞİVİ

Bu site bir destanın ürünü ve bir halkın öyküsüdür... Hoş geldiniz...                                                                                                                          Hak yemedik hak dağıttık ; zulme karşı saç ağarttık...

 
YAZAN: Ç
TARİH: 25/10/2010
TÜR: ÖYKÜ


        2.
 

Dilini biz Türkler kadar, özenle, üstelik garip bir keyif duyarak tahrif eden başka bir millet yok sanırım yeryüzünde. Yanlış anlaşılmasın, gerek batılılaşma sürecimizde, gerekse daha eski dönemlerde, dilimize yerleşmiş ve günlük hayatta maharetle kullandığımız Fransızca, İngilizce ya da Arapça sözcükleri kastetmiyorum; bu konuda hislerimizin ötesinde doğru şeyler söyleyebilmek için, geniş kapsamlı araştırmalar yapmak gerekir. Üstelik bu kelimelerin birçoğunu, örneğin Fransızca bir sözcük olan [balkon]u ya da Rusça kökenli [şapka]yı en az bir Fransız ya da Rus kadar, veya [Recep] ismini Kahireli bir Arap, [masa] sözcüğünü de bir Rum kadar benimsemişiz. Benim asıl dikkat çekmek istediğim, sanal diyalog aracımız klavyelerimizden, gerçek iletişim aracımız olan dilimize taşıdığımız anlamsız harf öbekleridir. Şu sözcüklere bakın: “gelioum”, “slm”, “naber”, [bu soruya cevap olarak] “iim”, “diil”, “di mi?”[ di mi, sözüm ona bir soru sözcüğü] “sefoum”, “tskler” [teşekkürler] [Hatırlatmalıyım ki bunlar, Çincedeki gibi yapım ve çekim ekleri olmayan, cümledeki kullanım yerlerine göre anlam kazanan kelimeler değil!] Bu kelimelere veya akrabalarına herhangi bir yeryüzü dil ailesinde rastlamanın mümkün olmadığını biliyoruz. Yaşamı boyunca kişilerarası tüm ilişkilerini ortalama kırk kelimeyle sürdüren chat veya kısa mesaj kişisi kendini şöyle savunabilir, diyebilir ki, “karsimdaki ne demek istedimi anladktan sona bi sorun yk.” Böyle düşünenlere de doğrusu benim bir sözüm yok! Sadece şunu söylemek isterim ki, dil herkesin ortak tasarrufundadır, kimsenin onu istediği gibi tahrif etme hakkı yoktur. Bir de şöyle bir öngörüm var, çok uzun seneler sonra, bir grup filolog, “biz hiçbir dil ağacında rastlayamadığımız bu kelimelerin kökenine ineceğiz” diye tutturur ve sizden yardım isterlerse, onlara etkin bir yardımda bulunabileceğinizi sanmayın. Böyle bir durumda, sizden, birtakım testlerden geçmek üzere bir kliniğe yatmanızı isteyebilirler, sakın ola komplekse kapılmayın. Son olarak, konumuz açısından önemli bulduğum şu özdeyişi [kelimeler, keşfedilmemiş iki ülke arasındaki köprüdür] hatırlatıp, hikâyemin ikinci kısmına geçiyorum.

Hikâyemin ilk bölümünü “1” başlığıyla siteye gönderdiğim akşam, Mustafa’yla telefonda konuşmamış olsaydık ve Mustafa bana, manastırın yaya yolunu kastederek, “o dik keçi yolundan tırmanırken, rakım yükseldikçe, Doğu’nun [Allah afattan esirgesin] diye dua ettiğini ve buna da gene hep birlikte güldüğümüzü söylememiş olsaydı, ben de şu anda Manavgat’ta, sağlık memuru olarak, yeni açılan polikliniğin bahçesinde oturup, aşağı yukarı iki yıl önceki Maçka gezimizi ve Sümela ziyaretimizi düşünürken, Doğu’nun gerçekten de aynen böyle söylediğini ve hep birlikte güldüğümüzü hatırlamayacaktım.

Sayın okur, yazıyorum ama aklım ilk paragrafta kaldı. Ben de tıpkı sizler gibi, “bu girişin hikâyeyle ne alakası var” diye kendi kendime sorup duruyorum. Aslına bakarsanız ilk paragrafı, biraz daha genişletip, hikâyenin ikinci bölümünü gönderdikten sonra, müstakil bir yazı olarak bir ara göndermeyi düşünüyordum. Fakat bira içmeyi sürdürdüğüm şu dakikalarda, öncelikle söylemek istediğimin bu ilk paragraftakiler olduğunu, ama bunun altına pekâlâ hikâyenin ikinci bölümünü de ekleyip, öyle de gönderebileceğime karar verdim. (Hatta sizlere bu durumla ilgili bir kıssa da anlatabilirim; Üsüün emmim bir gün eşeğe heybeyi ters bağlamış…) Neyse, bu hikâyeyi bilenler zaten bilir, ben yazmaya devam edeyim.

Evet, Manavgat’taydım. Öğleden sonra saat ikiydi. Orada, polikliniğin, birkaç erikle zeytin ağacı bulunan, bir köşesine maydanoz ekilmiş, biberiye fidelenmiş küçük bahçesinde, hasır sandalyede oturuyordum. Yanımda polikliniğin Rusça tercümanı Firuze vardı. Firuze Azerbaycan’da iktisat eğitimi görmüş, bu alanda iş bulamayınca, Akdeniz bölgesindeki büyük otellerde muhasebecilik, aynı zamanda rehberlik yapmıştı. İşsiz kaldığı bir sırada bu polikliniğin açıldığını duymuş, Rusça tercümanı olarak iş başvurusunda bulunmuş, polikliniğin kurucu başhekimi, pratisyen hekim Metehan bey de hemen onu işe almıştı. Konya Ereğli’sindendi Firuze. Aşırı derecede şişman ve aşırı derecede esmerdi. İri, siyah gözleri de düşünülürse, Arap masallarındaki iyi yürekli dadılara benzetilebilirdi, kaldı ki gerçekten de iyi kalpli biriydi. Yanımda oturan bir diğer kişi de Nuran hemşireydi. Nuran hemşireyle Başhekim Metehan Bey, önceki yıllarda Manavgat Devlet Hastanesi’nde birlikte çalışmışlardı. Birbirlerini tanıyan, birbirlerine güvenen ve büyük işler başarmanın hayallerini kuran bu iki tanıdık, bu tür başlangıçların hepsinde olduğu gibi, iyi niyetle birbirlerine bakıp, anlık, içsel bir coşku yaşıyorlar, birbirlerine dostça gülümsüyorlardı. Nuran hemşire belki de bu yüzden, henüz polikliniğin kesin kadrosu belli olmadığı halde, başhemşire ya da sorumlu hemşire havalarına girmişti. Yanında, benim gibi hasır sandalyeye iyice kaykılmış oturan, çocuk hastalıkları uzmanı Doktor Burak Bey vardı, Nuran hemşire ona döndü:

“Uzman doktora şimdilik gerek yoktu desem, alınmazsınız değil mi hocam?”

Sözlerine şaka havası vermek için güldü.

Doktor Burak hemşireye baktı.

“O halde ben gidiyim, ihtiyaç olduğu zaman çağırırsınız.”

Doktor da şaka yapıyor görünmek istiyordu, (tam bu anda ben, Kibar Feyzo filmindeki, Kemal Sunal'ın Zaza ağzıyla söylediği“ne şakacı” repliğini hatırladım) ama içerlediği her halinden belliydi doktorun. Sözlerini şöyle sürdürdü:

“Kendi adıma konuşmuyorum, yanlış anlaşılmasın, ama bilmelisiniz ki, bir yerde, bu bir sağlık kuruluşu değil de, yol kenarındaki bir piknik yeri de olabilir, bir uzman doktorun bulunması iyidir.”

Birden durdu, bir şey hatırlamaya çalışır gibi hemşireye baktı.

“Siz de böyle düşünmüyor musunuz”?

“E evet, evet hocam öyle düşünüyorum.”

Hemşire, Firuze’ye döndü.

“Dün akşam Haziran gecesini izledin mi?”

Nuran Hemşire, Doktor Burak’a yaptığı yanlışın farkındaydı, hatasını telafi etmek yerine, konuyu değiştirerek kaçmaya çalışıyordu.

“İzlemez olur muyum, sabah da internetten bir kez daha izledim.”

İstediğini başarmıştı hemşire, demek ki akıllıca davranmıştı. Birlikte dünkü bölümün kritiğini yapmaya koyuldular. Dizinin erkek başkarakterinin çok yakışıklı olduğu konusunda baştan fikir birliğine vardılar. Buna karşılık, kişiliği konusunda anlaşamadılar. Kısa bir tartışmadan sonra, aslında iyi biri olduğuna, kadın başkarakteri sonuna kadar hak ettiğine karar verdiler. Bu durumda, erkek başkarakterin karısının yüce gönüllülük edip aradan çekilmesinin, âşıkların kavuşmasına rıza göstermesinin en iyisi olacağını söylediler. (Böyle bir şeyin, kendi başlarına gelme ihtimalini, durmaya üşenen, zaten durakta da yolcu göremeyen bir otobüs şoförünün iç rahatlığıyla geçtiler.) Bir ara Firuze, iki âşık kavuşamıyorsa aradaki aşk gerçektir, şeklinde bir fikir yürüttü. Nuran Hemşire ilk başta buna çekimser kaldıysa da, Firuze’nin gerçek yaşamdan örnekler vermeye kalkıştığını anlamış olacak ki, onun aşk konusundaki bu görüşünü kabul etti. Fakat hafifçe kalkan kaşları, bu kabullenişin zoraki olduğunu ifade ediyordu. Aldatılan kadının, aslında dizideki bütün kadınlardan daha güzel, daha bakımlı, daha eğitimli ve daha hanım olduğu konusunda da hemfikir oldukları ortaya çıktıktan sonra, çiçek hastalığından bir gözü kör olmuş, büyük, siyah camlı gözlük takan iki ihtiyar gibi, izledikleri bölümü başından itibaren sahne sahne birbirlerine anlatmaya koyuldular.

Sevgili Portal C okuyucusu, şu anda cadoglu.com’dan aldığım bir posta iletisine göre, Oktay Çöteli, “Harputlu Çötelizade İshak Paşa” adlı bir biyografi yazmış. İzin verirseniz, hemşire Nuran’la tercümanımız Firuze diziden için konuşurken, ben de biyografiyi okuyum. Bu arada yazar Ç.’ de sizlere kısaca poliklinik binasından söz etsin:

Bina üç katlı bir apartmandan bozmaydı. Katlarda gerekli tadilatlar yapıldıktan sonra, bodrum kat acil servis, röntgen ve laboratuar; (acilin girişinin düzayak olduğunu ilk bölümde belirtmiştik) birinci kat hasta kabul (resepsiyon) ve çocuk polikliniği, ikinci kat hasta odaları, üçüncü kat ise idare olarak düzenlenmişti. Muhasebeyle nöbetçi doktor odası da üçüncü kattaydı. Binanın sahibi Manavgat eşrafındandı. (Turistik bir yöreden söz ederken “eşraf” sözcüğü biraz tuhaf kaçıyor; “Eşraf”ı TDK sözlüğünden taratma gereği duydum. [bir yerin zenginleri, sözü geçenler, ileri gelenler]) Öğrendiğime göre geniş zeytinlikleri vardı ve polikliniğin yıllık karından belli bir pay alacaktı ileri gelen.

Başhekim Metehan Bey, daha üniversitedeyken ( o yıllarda ülkemizde özel sağlık kuruluşları henüz yaygınlaşmamıştı) kendine ait bir hastanenin hayalini kuruyordu. Bu mukaddes hayalini poliklinik bazında gerçekleştirmişti. Üniversiteden beri tanıdığı, hemşerisi pratisyen hekim Nihat Topçu’yu kuruluşun mesul müdürü yapmıştı. Doktor Nihat, mesul müdürlüğü, hekimlikten daha çok önemsediğini belli eden yürüyüş ve bakışla, gün boyu katlar arasında, mesul müdürün sorumluluk alanına girecek, makamının gücünü sınayabileceği bir şey arardı. Peki, ne olabilirdi böyle bir şey? Bunu ne kendi, biliyordu ne de biz... Fakat beyaz önlüğünü çoktan bir kapının arkasına asıp, mesul müdür sıfatıyla takım elbisesini giydiğinden beri mesul müdürlüğe yüksek itibar kazandıracak bir buluş yapmak istediğini, böyle bir şeyi bulursa çığlığı basıp, herkesi başına toplayacağını, gururlanacağını, mutlu olacağını anlıyorduk. Bazen [tuhaf bir dikkatle gözlerini kısmış olurdu] bu uğurda sonsuza kadar katlar arasında dolaşacakmış gibi gelirdi bize. [Poliklinikten ilişiğimi kestikten kısa bir süre sonra, Doktor Nihat’ın, ziraat mühendislerinin de ekmek fabrikası adı altında açılan mahalle fırınlarında, günde 5-6 ekmek karşılığında mesul müdürlük yaptıklarını öğrendiğini, buna çok üzüldüğünü, hatta üzüntüsünden birkaç gün hasta yattığını, ayağa kalkar kalkmaz da beyaz önlüğünü giyip, stetoskobunu boynuna asıp acile indiğini, akşama kadar gelen her vakaya büyük bir istekle baktığını duymuştum]

Başhekim, poliklinik kadrosundaki çocuk hastalıkları uzmanıyla acil tıp uzmanını gazete ilanıyla bulmuştu. Acil tıpçımızın adı Tankut’tu, orta yaşlardaydı, yamaha marka motosikleti vardı. Bilenler bilir, ATU [Acil tıp uzmanlığı] tıptaki uzmanlık dalları arasında, cerrahlığın mutena konumunu hep ele geçirmek istemiştir. Bizim acil tıp uzmanı Tankut Bey’e göre bu savaş çoktan bitmiş, acil tıp, hak ettiği konuma sahip olmuştu. “Örneğin ben” derdi Tankut bey, “ne bir kaza ya da felaket mahallinde, ne de ameliyathanede asla bir beyin cerrahına ihtiyaç duymam.” Bunu sık sık dile getirirdi. [Nuran hemşire de her seferinde büyük bir ciddiyetle “peki estetik cerraha hocam” diye sorar, Tankut bey de plastik ve estetik cerrahi üzerine uzun bir söyleve başlardı. Hemşirenin bunu sorarken bir şeyler öğrenmek amacında olmadığını, asıl maksadının Tankut bey’in büyük kulaklarıyla dalga geçmek olduğunu çok sonra anlamıştım.]

Başhekim Metehan Bey yardımcı kadroya da en az asli kadro kadar önem veriyordu. Eskiden çalıştığı devlet hastanesinden Nuran Hemşireyle birlikte iki hemşire daha getirmişti. İhtiyacı olan bir röntgen teknisyenini, bir laborant ve iki sağlık memurunu da Anadolu illerinden sağlamaya çalışıyordu. Bir gün, doktorlarla ayaküstü yaptığı bir konuşmada “Anadolu gencinin mert, itaatkâr, en önemlisi de yoksul olduğunu, köhne mahallesinden hangi yolla olursa olsun kurtulmak için can attığını” söylemiş, doktorların pek yerinde bulduğu konuşmasını “işte fırsat, onlardan ne pasaport isteyen, var ne de vize, üstelik bir de lojman tahsis ediyoruz geleceklere” diyerek bitirmişti. [Ben bu ayaküstü toplantıda konuşulanları, Manavgat’a gidip işe başladıktan iki hafta sonra, tüm personelle yapılacak toplantı öncesinde, başhekimi beklerken, mesul müdür Nihat’la, acil tıpçı Tankut Bey’in aralarında geçen konuşmadan öğrenmiştim.] Bundan sonra Doktor Metehan Bey, zaman kaybetmeden Ankara, Niğde ve Kayserdeki tanıdıklarını aramış, durumu kısaca anlatmış, çalışacak adama ihtiyacı olduğunu söylemişti. Arkadaşları onu tebrik etmişler ve kendisine yardım edeceklerine söz vermişlerdi. [Tahmin edileceği gibi ben de Doktor Metehan Bey’in Kayseri devlet hastanesindeki tanıdıklarının aracılığıyla gelmiştim Manavgat’a. Bize lojman verilmesi büyük avantajdı]

Çocuk hastalıkları uzmanı Burak Bey, az önce “şimdilik uzman doktora gerek yoktu aslında” diyen hemşire Nuran’a hala öfkeliydi. İşittiği bu laf, orada öyle oturdukça içine büyüyordu sanki. Saat iki buçuk olmuştu. Sıcaklık ve nem sadece bedenleri değil, ruhu, düşünceyi de bunaltıyor, insanı tembelleştiriyordu. Doktor Burak ayağa kalkmak için bir hamle yaptı. Nuran’la Firuze hala diziden için konuşuyorlardı. Onlara baktı.

“Türkiye üzerinde dış güçlerin gerçekten oyunları var mı, yok mu bilmiyorum ama Türkiye’yi ele geçirmek isteyen bir ordunun işgal güçleri, sözünü ettiğiniz dizi başlar başlamaz harekete geçse, hiçbir direnişle karşılaşmaz ve dizi bitmeden amacına ulaşır sanıyorum.”

Nuran Hemşire, Doktor Burak’ın kendisine başından beri öfkeli olduğunu, sataşmak, belki de kendisini azarlamak için fırsat kolladığını, burada bunca zamandır bunun için oturduğunu, beklediği fırsat çıkmayınca, bunu bu sözlerle kendisinin yaratmak istediğini anlamıştı. Fakat alttan almaya niyetli değildi.

“Dizi izlemeyelim mi hocam, yasak mı, bunu mu demek istiyorsunuz?”

“Hayır, onu demek istemiyorum. İnsan elbette dizi film izleyebilir, günlük işlerini dizinin başlama saatine göre ayarlayabilir, izlediğine inanabilir ve onu başkalarına da anlatabilir; fakat tüm bunları yaparken beynindeki hayal odacığına giden yolun tıkanmasına izin vermemelidir. Oraya istediği zaman gidebilmeli, orada ne kadar basit olursa olsun, kendine ait hayaller kurabilmelidir. İnsanın kendine ait hayali yoksa, kendine ait hayatı da yoktur. Size bakıyorum, şuraya oturduğunuzdan beri hep diziler hakkında konuşuyorsunuz. Üstelik ikiniz de, birbirinizin aynı dakikalarda, aynı sahneleri izlediğini bilerek…”

“Ama doktor bey…”

Acilin önüne uçak gibi inen ticari taksi, Nuran Hemşire’nin sözlerini sürdürmesine izin vermedi. Olağanüstü bir şey olduğunu anlamış, hepimizde farkında olmadan sandalyelerimizden kalkıp taksiye doğru koşmaya başlamıştık. Taksiden, kucağında iki yaşında bir çocukla yaşlı bir kadın indi. Buna inmek denemezdi; sanki kucağında çocukla çevresini saran ateşin içinden sıçrayıp kurtulmak istiyordu. Çığlık çığlığaydı. Hıçkırıkları bir şey söylemesine izin vermiyordu. Ara sıra, anlayamadığım bir dilde tek bir kelime çıkıyordu ağzından. Yaşlı kadın telaşını, üzüntüsünü veya acısını, her ne ise, gençlere özgü bir canlılıkla ortaya koyuyordu. Buna karşılık kucağındaki çocuğun sakinliği bizi hem şaşırtmış, hem de korkutmuştu. Çocuğun sakinliği ile kadının paniği arasındaki tezat öylesine güçlüydü ki, bunun ustaca oynanan bir sahne olduğunu sanabilirdiniz. Kadın hala anlayamadığımız o kelimeyi tekrarlıyordu. Doktor Burak çocuğu kucağına alırken,

                                                                                                                                                                                                                                                                                                  Yazan: Ç.