PORTAL C

SİZDEN GELENLER ARŞİVİ

Bu site bir destanın ürünü ve bir halkın öyküsüdür... Hoş geldiniz...                                                                                                                          Hak yemedik hak dağıttık ; zulme karşı saç ağarttık...

 
YAZAN: Ç
TARİH: 01/10/2010
TÜR: ÖYKÜ


        3.

Üçüncü bölüme başlamadan, çarşıya inip, kırtasiyeden ikiye iki beyaz karton aldım. Kırtasiyeci kadın teyzemle aynı yaşlarda olmalıydı ve ondan daha zayıf, daha kısa boylu, daha beyaz, kulakları onunkilerden daha büyük ve teyzemden çok çok daha sevimli olmasına rağmen, garip bir biçimde teyzeme benziyordu.
Vereceği kadarını dikkatle ölçerken,
“Ben Halide’nin yeğeniyim” dedim,
“Tanır mısınız”?
Güldü. Bu sırada alt dudağının, inmelilerinki gibi büzüldüğünü görünce onu neden teyzeme benzettiğimi anladım. Fakat teyzemin dudağı, gülerken değil, ağlarken böyle oluyordu. Ne zaman ağlarken görmüştüm onu; bundan tam altı yıl önce, annemin cenazesizde, üç yıl üç ay önce, onu ziyarete geldiğimizin ikinci günü, kızının iki sokak aşağıda, trafik kazası geçirip öldüğünü duyduğunda, bir yıl altı ay önce gene ziyaretine geldiğimiz sırada, üçüncü günüydü, yetmiş yedi yaşındayken ilk romanının basılacağını öğrendiği telefon konuşması sırasında, bir de dün gece yatmadan az evvel…
“Tanırım elbette” dedi kadın, kestiği kartonu rulo yaparken.
“Nasıl, iyi mi”?
“İyi sayılır.”
“Selam söyle, benim adım Keriman”!
“Olur, söylerim.”
Rulo yaptığı kartonun tepesinden, açılmasın diye, bir de ilaç lastiği geçirmişti. Ne yapacaksınız bunu, diye sormadı; sorsaydı, teyzem bunları kesip gardırobunun çekmecelerinin içine koyacakmış, diyecektim. Paramın üstünü aldım, çıkıyordum ki, gözüme siyah, keçeli kalemler çarptı, en ince uçlusundan bir tane aldım. Parasını vermek için tekrar kadına döndüğümde,
“Unutma, Keriman de” dedi.
Eve gelir gelmez mutfağa koştum. Ocağın üzerinde, küçük tencerede yeşil fasulye vardı, altını biraz kıstım, kapağını açıp karıştırdım. Bunu yaparken, yaşlı kadınların birçoğunun huysuz ve geveze olduklarını düşündüm.
İşimi bitirir bitirmez salona geçtim. Kanepede oturuyordu. Baktım, sevdiği birinin ölüsünün arkasından uzun uzun ağlayıp, gözyaşlarını tükettikten sonra, onunla ilgili anılarını gözden geçirerek üzülmeye devam eden bütün ölü sahipleri gibi, elleri diz kapaklarının üzerinde yere bakıyor, belli belirsiz iki yana sallanıyordu.
Halıyla konuşur gibi, yüzüme bakmadan,
“Nerelerde sürttün bunca zaman, bir gittin miydi dönmeyi bilmiyorsun, annen gibi gezgincisin” dedi.
Sesinden ve başka her halinden çok yorgun olduğu anladım. Fakat bu beni, geldiğimden beri, benim üzerimden annemi iki defa aşağıladığını hatırlamaktan, üçüncü defa olursa karşı çıkacağımı düşünmekten alıkoyamadı. Annemi bir daha aşağılayacak olursa, sahiden karşı çıkabilir miydim, bilmem, çıkamazdım herhalde.
Elimdeki ruloya baktı.
“Aldın mı kartonu”?
“Aldım teyze, istediğiniz gibi, ikiye iki.”
“Aç da ser bakalım halının üzerine.”
Şehir meydanlardaki kavşakların içindeki gibi, göbeğinde mor laleler bulunan Hereke halısının üzerine diz çöküp, oturdum. Ben ruloyu açarken, teyzem, yıllardır peşinde olduğu haritaya sonunda kavuşmuş bir defineci gibi dikkatle açılan şeye bakıyordu.
“Çabuk ol”!
Çabuk oldum.
“Sen yokken ben hesapladım” dedi, “ikiye iki fazla oluyor. Git mezurayı getir, eninden boyundan 1.68 ölç, gerisini kes, at”!
“1.68’i nereden buldunuz teyze”?
“Mantomun cebinden, sersem! Hesap yaptık dedim. Bir A-4 kâğıdını aldım, enini ölçtüm, 21 santimmiş, boyu da, ımm 28 santim. Fazlasını katlayıp, boyunu eniyle bir ettim, yani kâğıt kare oldu. Tıpkı satranç tahtasındaki kareler gibi. Şimdi, fazlası alındıktan sonra bu karton eşit altmış dört kareye bölünecek, anladın mı”?
“Anladım teyze.”
“Sen salaksın, anlamazsın”! (Kemal Sunalın “Tosun Paşa” filminden… Bu filmi üçümüz de[!] çok severiz)
Sahiden anlamamıştım, ne yani oyunu bu kartonun üzerinde mi oynayacaktık? Ama orada ceviz satranç tahtası dururken, bilmiyorum”?
“Ha bu arada, bir süre ben kendim yazacağım. Ne zaman ki takatten düşerim, o zaman yine ben söylerim, sen yazarsın.”
“Nasıl isterseniz teyzeciğim, ama neden böyle bir karar aldınız”?
“Sana ne, benden hesap mı soruyorsun”!

“Yazdıklarımı, bir süre kimsenin görmesini istemiyorum, artık bir başıma ne kadar dayanabilirsem. Hastalığım iyice arttı, sabaha çıkacağım belli bile değil. İkinci romanımı…”
İri bir damla yaş, yerinden kopup gürültüyle yuvarlanan bir kaya parçası gibi, yanağındaki kırışıklıklardan seke seke çenesinin sol yanına çarptı, oradan da eteğine düştü. Keriman teyzeyi, onun alt dudağını ve teyzeme gönderdiği selamı, teyzeme söylemeyi unuttuğumu hatırladım. Teyzemin ağladığına beşinci kez tanık oluyordum. Ona acıdım.
“Lütfen teyze, üzmeyin kendinizi! Hastalığınızın arttığını da kim söyledi hem, sizi her sabah daha iyi görüyorum. Biz gene birlikte yazalım romanınızı, olmaz mı”?
Kaşları birden bire çatıldı.
“Olur, istersen bir de basılırken benim ismimin altına seninkini de koysunlar, kâtip Hasan diye. Öyle daha güzel olur.”
Halının üzerinde, oturduğum yerde, utanarak toparlandım. Mahcubiyetime dair özürle karışık bir şeyler söyleyecektim ki,
“Hayır, olmaz” dedi. “Kimse görmeyecek ne yazdığımı, başkaları da okumayacak artık”!
Şaşırdım, başka okuyanlarda mı vardı yazdıklarımızı?
Yüzüne baktım, göz göze geldik ve ben bir anda, ikinci romanının, hastalıktan ve yaşlılıktan sersemlemiş bu kafanın içinde yazılıp bittiğini anladım. Buna rağmen iki şey hala kafamı meşgul ediyordu; birincisi, 64 kareye bölünecek beyaz karton, ikincisi ise, şu başkaları lafı? Bütün cesaretimi toplayıp, ikincisini sordum:
“Teyze merakımı hoş görün, ama demin başkaları da okumayacak artık, dediniz, kim bu başkaları allah aşkına”?
Bir an içinde gözleri küçülüp, büyüdü; dudakları çarpılıp, düzeldi tekrar, böylece teyzem ağladıktan sonra bir de gülmüş oldu.
“Çok mu meraklandın”?
“E evet”!
“Gel bakalım benimle”
Bastonuna dayanıp, ayağa kalktı. Koluna girecek oldum, kaşlarını çatıp, uzak dur, der gibi baktı yüzüme. Birlikte ağır ağır odasına yürüdük. Kapıyı bastonuyla itip açtı. Açar açmaz hiç tanımadığım eniştemle göz göze geldim. Ahşap çerçeve içerisinde, siyah beyaz bir gençlik resmiydi bu. Gençliğe özgü yumuşacık bir keder vardı gözlerinde. Odanın içine doğru ağır bir iki adım atınca, hastalığın ve ölümün teyzemle birlikte her gece bu odada kaldığı, teyzemin içine girip, birlikte şu karyolada sabahladıkları geldi aklıma. Korktum, benim korkuma karşılık teyzem, hastalığa ve ölüme çok uzak, ilk gençlik çağlarında ve bunun pekâlâ farkında olan bir genç kız gibi, vişne rengi gardırobunun kapağını zorluyordu.
“Aç şunu” dedi bana sertçe.
Açamamıştı, açtım.
Beni kenara doğru itti. Yavaşça eğildi. Doğrulduğunda, elinde casper marka siyah bir laptop vardı. Bir an, bir yaşlı hokkabazla karşı karşıya olduğumu sandım. Düşürecek gibi oldu. Atılıp, hemen kaptım elinden. Tertemiz bir diz üstüydü, hayretler içerisinde kaldım.
“Masanın üstüne koy” dedi. “Dikkat et, düşürme”
Masaya yaklaşınca, orada, cam sürahinin arkasında, ışıkları, kırmızı, sarı, mavi, yeşil noktacıklar halinde yanan Aırmax- 101 ADSL’yi gördüm, şaşkınlığım bir kat daha arttı. Kim, ne zaman sağlamıştı ona internet hattını, sonra nereden biliyordu kullanmasını, hem bu yaşta, ölüme bu kadar yakınken, gerçekten de şaşkınlık vericiydi.
“Biliyor musun bilgisayarı açmasını”?
Beni küçümsediğini, daha da küçümsemek için fırsat kolladığını anladım.
“Biliyorum, bizim evde de vardı. Çocuklar…”
“Çocuklar yaklaştırıyor muydu peki seni yanına”?
Bilgisayarı işini görecek kadar kullanabildiğini o anda fark ettim. Benden tam otuz sekiz yaş büyüktü, aramızda geçen konuşmanın içeriği olağandı, fakat nesil farkını göz önüne alırsak, bilgisayara dair benim sormam gereken soruları, büyük bir rahatlıkla o bana soruyordu. Bir kez daha bu tekno-düzenin bu hasta odasında nasıl meydana geldiğini düşündüm.
Masanın üzerindeki gözlüklerini takıp, bilgisayarın düğmesine bastı. Bana baktı. Avrupalı, yaşlı bir kadın gazeteci gibiydi. Ben de ona bakıyordum ve ekran gelene kadar böyle bakışacak mıyız diye soruyordum ki kendi kendime, google’ın ana sayfası açıldı.
“Bak” dedi.
Oturmak istediğini anladım. Sandalyesini düzelttim, yavaşça oturdu, gözlüğünü düzeltti. Mausun ucunu yavaşça yerine taktı.
“Bak” dedi, iyice eğildi ekrana. Parmaklarını bir karganın burnu gibi harflerin üzerine eğdi. Hepinizin bildiği (ama benim orijinal adını bilmediğim) oraya, en üste, www. Cadoglu.com, diye yazdı.
“Bu bizim, güzelliklerle dolu, köklü sülalemizin hem geçmişini, hem de bu gününü anlatan bir site, gençler kurdu bu siteyi. Ben de buradan, ölümün soluğu ensemde, onların yaptıklarını takip ediyorum.”
Solda, portal-C yazan kutucuğun üstüne, yeni yetmeler gibi tıkladı.
“Bak” dedi.
“Bizden oraya gidenler…”
Aman allahım, son birkaç gündür yazdığımız her şey oradaydı. Demek ki gece, odasına çekilince müsveddeleri buraya geçiriyordu. İçimden geçirdiklerimi duymuş gibi,
“Evet” dedi.
“Uykucu, aymaz kâtip! Sen horul horul uyurken, ben onlara bir katkım olsun, hem de yazdıklarımı herkes okusun diye kâğıtlardakini olduğu gibi buraya yazdım. Ama dediğim gibi, sakın unutma, devamını artık kimse göremeyecek, ta ki bir başıma yazacak gücüm kalmayıncaya kadar. O zaman da sen yine burada olacaksın, yanımda. Bu arada buraya da başka şeyler yazarım. Bizden gidenler köşesini boş bırakmam.”
Birden gözüm duvardaki ahşap çerçevenin içindeki eniştemin resmine takıldı. Sanki bizi dinliyordu ve karısı hakkında bir şeyler düşünüyordu.
“Hadi bakalım” dedi, “Git taşları diz de yatmadan önce bir oyun oynayalım.”
O anda satrancı yıllar boyu, her gün, hem de onlarca kez kocasıyla oynadığını anladım. Gene acıdım teyzeme.

---SON---

                                                                                                                                                                                                                                                                                                  Yazan: Ç.